Mağara duvarlarına şekiller çizmeye başladığımız günden yapay zeka yardımıyla işlerimizi halletmeye başladığımız bugüne… Binlerce yıldır aynı sorunun peşinde koşup duruyoruz: Niçin yaşıyoruz?
Çok basitmiş gibi gözüken yaşama eyleminin aslında ne kadar karmaşık olduğunu bu hayatı deneyimledikçe, yani “yaşadıkça” anlıyoruz. Ancak yine de anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyoruz. Kimi zaman benliğimiz, kimi zaman inançlarımız, kimi zamansa içinde bulunduğumuz toplum ekseninde birtakım cevaplar çıkıyor karşımıza. Bu cevaplar üzerinden bir çıkarım yapmak için uğraşıyoruz.
Peki binlerce yılın sonunda geldiğimiz nokta neresi? Maalesef kocaman bir hayal kırıklığı. Bugün acı bir şekilde deneyimliyoruz ki, niçin yaşıyoruz sorusuna elle tutulur, sahici bir yanıt bulmaktan çok uzağız.
Bırakın yanıt bulmayı, işin içinden çıkılmaz bir paradoksa hapsolmuş durumdayız bence. O da şu: Yaşamak için mi çalışıyoruz yoksa çalışmak için mi yaşıyoruz?
Kaygılar, endişeler, belirsizlikler… Öyle güzel şekilde paketlenmiş ki, bu çemberin dışına çıkabilmek, çoğumuz için olanaksız hale geliyor. Bu çaresizlik hissi, zamanla bir alışkanlığa mı dönüşüyor yoksa o içinden çıkılması mümkün olmayan çemberde zamanla delikler mi açılıyor bilmiyorum. Ancak şundan eminim: Bu korkunç duygunun en yoğun hali, iş hayatına yeni başladığımız zamanlarda yaşanıyor.
İş hayatımızın henüz başındaki günler, aylar ve belki de yıllar, çaresizlik duygusunun esaretinde, allak bullak geçiyor. İş hayatının başında işler bir anda sarpa sarıyor ve kendimizi Berlin Duvarı’na toslamış gibi hissediyoruz.
İsterseniz biraz da bizi Berlin Duvarı’na doğru iten sebepler zincirinden bahsedelim…
Az Maaş Çok İş ya da Daha Az Maaş Daha Çok İş
Elbette bu zincirin başını ekonomik gerekçeler çekiyor. Artık neredeyse iş hayatının yazılı olmayan bir kuralına dönüşen “az maaş, çok iş” prensibi; bizler, yani yeni mezun olmuş kariyerinin henüz başında gençler için ekstra geçerli oluyor herhalde. İşe alım yapan herkesin öğrendiği bir büyü olduğundan da şüpheliyim: Asgari ücretin bir tık üstü büyüsü. Çünkü bizi gören yöneticilerin ellerini ovuşturmaya başlamasının başka bir açıklaması olamaz…
Güle Güle Sabahlara Kadar Eğlenmek Hoş Geldin Bitmeyen Mesai
Üniversite günlerimizi bu kadar çabuk özleyeceğimiz kimin aklına gelirdi ki? Ertesi günü düşünmeden geçen, aslında o kadar da eğlenceli olmamasına rağmen bize aşırı eğlenceliymiş gibi gelen o günler… Ne çabuk geride kaldı. Derse geç kaldığımda elimin ayağımın birbirine dolandığını hiç hatırlamıyorum mesela. Sorumluluklarımız yok muydu o günlerde? Elbette vardı ancak o sorumluluklardan yalnızca biz mesuldük. İki senedir alttan aldığımız dersten tekrar bütünlemeye kalmamız yalnızca bizi ilgilendirirdi. “Ya üniversiteden kovulursam?” korkusuyla üniversiteye gitmedik.
40 Yıl Boyunca Aynı Pazartesi Sabahına mı Uyanacağız?
Eğer varlıklı bir ailemiz ya da hayatımızı değiştirecek kadar riskli kararlar alabilecek girişimci ruhumuz yoksa… muhtemelen evet. Aşağı yukarı 40 yıl boyunca belli çalışma saatlerine bağlı kalarak ömrümüzü geçireceğiz. Bu 40 yıl boyunca, yılın belki birkaç haftası sevdiklerimizle beraber tatil yapabilecek, belki görmek istediğimiz birkaç ülke daha görecek, belki çocukluk yıllarımızdan bu yana içimizde kalan bir alanda kendimizi geliştirme fırsatı bulacağız. Neşenin, keyfin ve huzurun zirve yaptığı anlarımız da olacak belki ama 40 yıl boyunca her pazartesi sabahı uyandığımızda bu hafta neler yapmamız gerekiyor diye toplantılara gireceğiz.
İşte bizim Berlin Duvarı yolculuğumuz kısaca böyle… Hayallerimizin hedeflerimizle örtüştüğü bir kariyer planlaması yapmak yerine zihnimizi kurcalayan, bir fare gibi içimizi kemiren durumlar bunlar. Hayal kırıklıklarıyla dolu geçen yıllar ile hayal bile kuramadığımız bir gelecek arasında sıkıştık kaldık. Ne yapacağımız konusunda hiçbir fikrim yok ama bugün yine de güzel bir gün. Çıkıp biraz yürüyüş yapacağım galiba.