“…
İşçilerimiz, yarını kuracak olan işçilerimiz
Ben görür müyüm bilmem, ama kuracaklar mutlaka
Coşkuyla çakacaklar her çiviyi, türkülerle dökecekler betonu
…”
Edip Cansever
Nişanyan Sözlük’te “emek”, eski Türkçedeki emgeç kökünden geliyor. Zahmet, sıkıntı ve eziyet anlamı da taşıyan bu sözcüğün, diğer Avrupa dillerinin aksine çalışmak, çaba, iş gibi birden fazla çağrışımı var. Diğer dillerde her bir kavram için ayrı sözcükler kullanılırken, Türkçedeki “emek” hepsini kapsıyor. Bugün “emek” ile “çalışma” kelimeleri sık sık birbirinin yerine kullanılsa da, aralarında önemli bir fark var. Hannah Arendt’in de vurguladığı gibi:
“Emek hayatta kalmak için yapılan iştir. İş ise iz bırakan üretimdir.” Yani emek, yaşamak için mecbur kaldığımız çaba; iş ise anlam yaratmak için verdiğimiz üretim olabilir. Fakat çoğumuz yaşamak için yalnızca emek veriyoruz. İz bırakacak, anlam ve değer üretecek iş ise birkaç ayrıcalıklı sınıfa ait. Kapitalist sistemde emek çoğu zaman sadece bir zorunluluk hâline geliyor. Edouard Louis, Babamı Kim Öldürdü kitabında şöyle diyor:
“Senin hayatın daha başından beri sana rağmen ve hatta sana karşı işleyen olumsuz bir hayat ola gelmiş. Paran olmadı, okula gitmedin, seyahat etmedin, düşlerini gerçekleştiremedin. Senin hayatından bahsederken insanın kullanabileceği tek şey dildeki olumsuzluk yapıları.”

Bugün her şey çalışmaya bağlanmış durumda. Çalışmanın kutsanması, çalışmayanların aşağılanması, emeğin yüceltilmesi ama asla gerçekten karşılığının verilmemesi… Herkesin daha çok çalıştığı ama emeğin görülmediği, değersizleştirildiği bir denklemdeyiz.
Tüm iş yerlerine “Arbeit macht frei” yazsak yeri. Türkçesi “Çalışmak özgürleştirir.” olan bu cümleyi Nazi toplama kamplarının giriş kapılarından tanıyoruz. Bugün hâlâ bazı iş ilanlarında, motivasyon konuşmalarında, kişisel gelişim sloganlarında bu ifade farklı biçimlerde karşımıza çıkıyor. Ancak özgürlükten değil, emek sömürüsünden söz ediyor gibiyiz.
Bir zamanlar dillere pelesenk olmuş bir cümle vardı: “Çalışırsan olur.” Bu cümlenin altında yatan temel varsayımın, çabanın eşit ödüllendirildiği bir dünya olduğunu düşünmek hevesindeyiz. Ama bugün, “çalışmak” sadece hayatta kalmak için bir stratejiye dönüşmüş durumda. Eğer bir şeyler yolunda gitmediyse, yeterince çalışmadığımız içindir. Sanki bahsi geçen denklemde bizden başka hiçbir değişken yokmuş gibi. Tüm çabamıza rağmen bir şeyler olmadıysa elbette bu da bizim suçumuzdur. Aynı zamanda çalışma, “sevdiğin işi yap, çalışmış gibi hissetmezsin” gibi söylemlerle de romantize ediliyor. Bu da, aslında başka bir sömürü biçimi. Sevdiğimiz işi yapınca hak talep etmememiz, mesai saatlerini aşmamız, verdiğimiz emeğin karşılığını sorgulamamamız bekleniyor. Bu ne özgürlük, ne de tatmin. Bu, olsa olsa kendi gönüllü mahkûmiyetimizin adı olabilir.

Sahte Diplomalar, Gerçek Yorgunluklar
Türkiye’de çalışma saatleri OECD ortalamasının çok üstünde. Gelir adaletsizliği büyüyor. Yine de “çalışkanlık” bir erdem olarak sunuluyor. Artık kimse çok çalışarak bir yere geleceğine inanmıyor. Tam da bu yüzden bugün “sahte diploma” gibi meseleler ortaya çıkabiliyor. Eğitimin, emeğin, niteliğin değersizleştiği bir coğrafyada her arz kendi talebini de yaratıyor. 25 yıl önce “sahte diploma” fikri kimseye cazip gelmezdi. Bugünse insanlar, emeklerinin karşılığını göremeyince, dolambaçlı yolları denemeye başlıyor. Bu, yalnızca bireysel ahlakın değil; çürümüşlüğün de bir yansımasıdır. Bir nesil emeğin değersizleştirildiğine, eğitimin içinin boşaltıldığına tanıklık ettiği için herhangi bir şey için çabalamaktan vazgeçip evren, Allah, enerji, inandığı şey her ne ise onunla pazarlığa oturup manifest ediyor. 7-7-7. İnandığı güç her ne ise ona sipariş veriyor. Bütün bunlar emeğin kolektif anlamını yitirmesiyle ilgili. Çünkü gayret edenin değil, görünür olanın kazandığı bir çağdayız.
Bedenin de Emek Tarihi Var
Çalışmanın yalnızca zihinsel ya da ekonomik değil, bedensel ve ruhsal bir tarihi de var. Bu tarih, iş kazaları istatistiklerine değil; bedenlerde ve zihinlerde saklı. Kaldı ki buna “fıtrat” diyen siyasilere de aşinayız!
Edouard Louis yine Babamı Kim Öldürdü kitabında şöyle der:
“Egemenler solcu bir hükümetten şikâyet edebilir, sağcı bir hükümetten de şikâyet edebilir ama hiçbir hükümet onların sindirim sorunları yaşamasına sebep olmaz. Hiçbir hükümet onların belini ezmez. (…) Siyaset onlar için estetik bir mesele olabilir. Bizim içinse ölmek ya da yaşamak anlamına gelir.”
Bugün masabaşında çalışan genç bir beyaz yaka Karpal Tünel Sendromu, bel fıtığı ya da boyun düzleşmesiyle; hizmet sektöründe çalışan biri varis ve ayakta yorgunluk ile; fabrika işçisi kas yorgunluğu ve işitme kaybıyla; mağaza çalışanı anksiyete ve panik atakla mücadele ediyor. Çalışmak anlamdan ve değerden bağımsız biçimiyle de yalnızca üretmek değil, bedenle bedel ödemek anlamına geliyor. Ucuza çalışıyoruz. Başka hiçbir şeye ayıracak enerjimiz, vaktimiz, merakımız, tutkumuz yok. Bunun yerine kaygılarımız, anksiyetelerimiz, kas yorgunluklarımız ve fıtıklarımız var. Bireysel çabamız bile tükenmiş durumda.
Peki ya sonrası?
Yıllarca ödenen SGK primlerine rağmen, sağlık sistemleri en temel ihtiyaçları bile karşılayamaz hâlde. Doktor randevusuna ulaşmak da, ameliyat sırası beklemek de bir başka mücadele. Evet, bunu o kadar söyledik ki belki klişe gibi duyulacak ama yine de bunu söylemeyi kendimize hak görüyoruz; bu sistem bizi gerçekten hasta ediyor. Hem bedenimizi hem de ruhumuzu.
Diyalektik: Kimse Hiçbir Şeyi Yalnız Başına Üretmiyor
Biz çalıştıkça “bir başkasının çalışmama şansı” doğuyor. Temizlik görevlisi gece çalışmazsa sabah beyaz yakalı kahvesini içemez. Çocuk bakıcısı çocuğa bakmazsa iş kadını işine gidemez. Pazarcı gece mal indirmezse şehir sabah uyanamaz. Emek dediğimiz şey, öyle bir kolektif zincir ki! Yine de bu zincirin bazı halkaları altınla parlatılırken, bazıları çamura batırılıyor. Maalesef bütün bu denklemde en çok ezilen yine emeğin kutsallığına inanan işçiler oluyor. Çünkü birileri çok çalışıyorsa, orada çalışmayan birileri var. Birileri çok kazanıyorsa, bir yerlerde yoksulluktan kırılanlar var, biliyoruz. Diyalektik böyle işliyor. İşveren değeri yalnız başına üretemiyor. Aslında işverenin sömürüsü ortak çabamızın tam üzerine oturuyor. Sonrasında her bireysel başarısızlık, işçinin omzuna yıkılıyor.Raoul Vaneigem, Gençler İçin Hayat Bilgisi El Kitabı’nda şöyle der:
“Yaşamak için çalışmak yerine, yaşamak için yaşamanın yolunu arayın. Sizi hayatta tutan şeyin karşılığı para olmayabilir.”
Yaşadığımız dünyada her şey hâlâ parayla ölçülüyor. Her şeyin maddi bir karşılığı var. Oysa belki de en kıymetli olan, karşılıksız yapılanlar ve hâlihazırda mevcut olanlar; özveri, dayanışma, merak, şefkat, yaratıcılık… Bazı şeyler parayla satın alınamadığı gibi, maddi karşılıkları da yoktur.

Son Söz: Özgürlük Nerede?
Emek, kendimizi ortaya koyma biçimimiz olacakken, kendimize yabancılaştığımız, kendimizle kavgaya tutuştuğumuz bir kavrama dönüştü. Üretmek, evet, hayatta kalmak için gerekli. Ama yarına uyanabilmek için yeterli değil. Bizi onlarca saat çalıştıran, maddi karşılığından bağımsız “emeğine sağlık”, “teşekkürler” cümlelerini çok gören hatta sorumluluklarımızın teşekküre tâbi olmadığını savunan işverenlerin olduğu bir iş yerine gitmeye ikna edebilir mi? Emeğin değersizleştirildiği, değer üretmenin anlamını yitirdiği bir çağdayız. Çalışmanın bizi ne zaman özgürleştireceği değil belki de mesele! Bu kadar çok çalışmamıza rağmen, onca çabaya rağmen neden hâlâ özgür olamadığımızı sormalıyız artık. Belki de cevap çok basit: Çünkü bu sistemde özgürlük vaat değil, ödül. Burada aslolan çalışan emeği değil, işverenin kârı. Çünkü çalışmak bir değer değil, sadece itaat etmenin başka bir tezahürü. İşverenin kendini bizim üzerimizden değerli hissetmesine ne kadar tahammül edebiliyoruz, sahi? Yine de umut var. Hem Benjamin demiyor muydu?:
“İçimizdeki umudun ölmemesini sağlamakla yükümlüyüz. Zira bizdeki umut sönerse, kendini kötü hisseden kişinin içindeki umut da söner.”
Çünkü kolektif emek, yalnızlık üretmez. Çünkü emek bilinci, zincirleri kırabilir. Çünkü görünür olan emek, değer kazanır. O hâlde çalışanı kutsamayalım, onu koruyalım. Üretimi putlaştırmayalım, anlamlı ve değerli üretime alan açalım. Bireysel çabayı romantize etmeyelim, emeği görünür kılacak alanlar açalım. Belki de ancak o zaman çalışmak özgürleştirebilir.
Kaynakça
Arendt, H. (1994). İnsanlık Durumu (Çev. Bahadır Sina Şener). İletişim Yayınları.
Benjamin, W. (2022). Tarih Kavramı Üzerine (Çev. Ahmet Cemal). Metis Yayınları.
Edouard Louis. (2021). Babamı Kim Öldürdü (Çev. Siren İdemen). Can Yayınları.
Fromm, E. (1992). Sahip Olmak ya da Olmak (Çev. Ahmet Fethi). Say Yayınları.
Raoul Vaneigem. (2020). Gençler İçin Hayat Bilgisi El Kitabı – Gündelik Hayatta Devrim. Ayrıntı Yayınları.
Nişanyan, S. (n.d.). Nişanyan Sözlük – Çağdaş Türkçenin Etimolojisi. Liberus Yayınları.

















