Mobbing nedeniyle intihar ettiği iddia edilen Efe Demir kurumsal hayatta çalışan herkesin en az bir defa aklından geçirdiklerini yazdığı veda mektubuyla gündeme oturdu. Yazdıkları gündeme oturmakla kalmadı pek çoğumuzun da boğazına oturdu. Bir teşekkür mektubu gibi başlayan metin aniden kurumsal dünyanın karanlık yüzünü ortaya koyan bir manifestoya dönüşüyor:
“Buralara gelirken hep söz de savunduğumuz kurum değerlerinin aslında ne kadar içinin boşaltıldığına şahit oldum. Tedbirli olma kisvesi altında korkakça davranıldığını gördüm. Liyakat eksikliği taşıyan onlarca yöneticinin yollarca burada çalışmasına ve kurumun içini boşaltmasına sessiz kalındığını gördüm. Listelere girmemenin büyük işler yapmaktan önemli hale geldiğini gördüm. Takvim hedeflerine yetişmenin hedefin kendisinden çok daha büyük görüldüğünü gördüm. Yöneticisini memnun etmeye çalışmanın amaç haline geldiğini gördüm. Yüzlerce yalan söylendiğini gördüm.”

Bu satırları okuduktan sonra Efe Demir’in Instagram hesabını inceledim. Pek çoğumuza çok tanıdık gelen bir hayatı var. İş yerinden tanıştığı biriyle evlenmiş. Düğün gününü özetleyen tatlı bir videoları var. En yakın arkadaşıyla fotoğrafları var. Maça gitmişler mesela. Eşiyle de İtalya’ya gitmişler oldukça neşeli ve sağlıklı görünüyor. Birbirlerini sevdikleri belli. Peki oldukça başarılı bir kurumsal hayatı olan, iyi kazanan, sevdiği kadınla evlenmiş biri neden çalıştığı şirkete mektup yazarak intihar eder? Yani hayatındaki en önemli konu işi miydi? En büyük hayal kırıklığı bu kurumda karşılaştığı yalanlar mıydı? Ve en yaşamsal soru da şu: Bu soruları sormak için ölmek mi gerekiyordu? Bir kurumun bu tip memnuniyetsizlikleri ve geri bildirimleri almak için zaten belli aralıklarla alan açması gerekmez miydi? Açıyorsa da çalışanlar neden çekiniyordu?
Demir bu satırları yazdıktan sonra neden işten ayrılmak yerine ölmeyi seçti. Kurumsal yaşamı bırakabilir, hali vakti yerinde olduğunu belirttiğinden söylüyorum kırsala yerleşip yaşayabilirdi. Neden bu kadar keskin bir yöntem tercih etti? Kestirip attı?

“Bunlar istifa etmem için oldukça yeterli sebepler ve belki bir ay öncesine kadar alacağım karar bu olacaktı. Ama hepimizin malumu bir deprem felaketi yaşadık. Bugün de hastanede İbrahim’i ziyaret ettim. Daha iyiye gidiyor, inşallah bacağını kaybetmeden bu dönemi de atlatır. Ama deprem sırasında da yaşananlara değinmekte fayda var.”
Efe deprem felaketine kadar istifa etmeyi düşünüyordu. Ancak depremzedeler için fayda yaratmayan, yaptıklarını da sadece pazar payı kaybetmemek için yaptığına inandığı kurumunun tutumu onun için bardağı taşıran son damla oldu:
”Deprem gündemi hepimiz için bir anda geride kaldı, mevcut hedeflere ve takvimlere geri dönüldü. 15 günlük sözde hassasiyet yerini azme değil hırsa, çabaya değil sonuca, kaliteye değil takvime bıraktı. Beni en çok yıpratan şeyi en sonra bıraktım. İnsana ve çalışma arkadaşınıza ÖNEM VERMİYORSUNUZ.”
Aslında bu onun için kurumsal hayatın karanlık yüzüyle tam anlamıyla yüzleştiği andı. Yaşanan olayı ve bu mektubu beyaz yakalıların son yıllarda yoğun olarak yaşadığı anlam krizinden ayrı düşünmek olanaksız. Efe Demir’in de mensubu olduğu Y Kuşağı, kariyeri hayatının merkezine oturtarak büyüdü. Henüz ilkokul sıralarında Anadolu Liseleri ve Kolej Sınavları için yarışmayı öğrendiler. Çocukluklarını yaşamak yerine ailelerinin onlar için kurduğu hayalleri gerçekleştirdiler. Onlara ne olmak istedikleri hiç sorulmadı. Hepsi parlak çocuktu, hepsi büyük başarılara imza atacaktı. Kariyer, nitelikli, saygın ve rahat bir yaşamın anahtarıydı. Ancak kurumsal hayata başladıktan kısa süre sonra bunun doğru olmadığının farkına vardılar. Üstelik aileleri gibi ev, araba, yazlık gibi beklentilerin çok daha ötesinde bir arayışları vardı: ANLAM.
“Tek bir şeyi iyi yapıyorsunuz, o da görece iyi para veriyorsunuz. Ama çalışanlarınızın bu parayı kullanabilecek zaman ve kaliteli psikoloji içinde olup olmadığını gram önemsemiyorsunuz.”
Hassas bir ruha sahipseniz, anlam duygusuyla bağınız kopmuşsa, büyük bir hayal kırıklığı içinde depresyona sürüklenmişseniz önünüzde Efe Demir’in seçtiğinden farklı bir yol kalmayabilir. Demir mektubunun son cümlesinde bile yine de bir şeyleri değiştirebileceği düşüncesiyle, bir anlam için çırpınarak şu cümleleri kurmuş: “Kral çıplak demenin suç addedildiği bir ülkede, ben en azından kurumum açısından kral çıplak diyorum. Bir şeyleri yoluna koymak için hala çok geç değil.”

İçinde yaşadığımız ve çalıştığımız sistem bizden inandıklarımızı, dürüstlüğü ve ahlaki değerlerimizi almaya uğraşıyor. Bazılarımız ona iş hayatını bırakarak, bazılarımız kendi işini kurarak, bazılarımız sessiz istifa sürecine girerek direniyoruz. Kimilerimiz ise ne yazık ki her şeyden vazgeçiyor. Oysa kurumlar insanları hayattan koparan değil onları yaşama bağlayan, anlam duygusunu kazandıran yerler olmalı. Efe Demir’in ölümü, çalışanların nasıl bir girdapta debelendiğini acı şekilde ortaya koyuyor. Çalıştığı kurumda anlam yaratamayan çalışanların ölümleriyle anlam yaratmaya çalıştıkları bir noktaya geldik. Farkında mısınız?