Basitçe, kişinin kendi isteği ile çalıştığı işten ayrılması olarak tanımlayabileceğimiz istifanın bir hak olduğunu söyleyerek başlayalım. Hiçbirimiz istifa etmek için işe başlamıyoruz elbette. ( Bu sırada Ferhan Şensoy’un “kim evlenir boşanmak olmasa/ nolur hiç evlenmek olmasa?” diyen dizeleri zihnimize misafirdir.) Ancak bazen çalıştığımız yerde durum öyle bir hal alır ki ayaklarımız geri geri gider, dikkatimizi bir türlü toparlayamaz, üretemez oluruz. Bu durumda kalmakta ısrarcı olmak kendimize olan saygımızı da zedeler.
Öz saygımıza sımsıkı sarılmak için istifanın kaçınılmaz olduğu beş durumu hatırlatmak, sırtımızı sıvazlamak, uzanıp kendi yanaklarımızdan öpmek istedik.

Artık Hiçbir Şey Öğrenmiyorsak
İşler nasıl? sorusunun cevabı bazen bir iş yerinde olması gerekenlerden öteye gidemez. Yol+Yemek+SGK üçgeninde, ücretli kölelik zeminine giden bu çamurlu yolda asgari müştereklerde buluşmuşuz da kendimizi unutmuşuz. Yeni hiçbir şey yok. Kendimizi besleyemiyoruz. Çalışmak dediğimiz şey bir patinajdan ibaret. Hal böyle olunca çalıştığımız yere de bir faydamız olmuyor. Evet, köprüden önceki son çıkış tam da burası. İstifa mektubu için kağıdı ve kalemi hazırlayalım. Kesmeşeker bizim için söylüyor; ”Başka dünya mümkün müdür meleğim/ Bu ay bitti, gece oldu bir ay daha var.”
Saygısız ve Bencil Bir Patronumuz Varsa
Başlıktaki sıfatlar artmaya teşne, bunu biliyoruz; anlayışsız, narsist, kompleksli… Hepsini “kötü” parantezine alalım. Mantık; bizi A noktasından B noktasına götürür, kötü patron ise bizi ancak yolun sonuna götürebilir. Empati yoksunu, bize anlayış göstermeyen, tek gayesi daha fazla para kazanmak olan bir patron ile çalışırken üretken olmak pek de mümkün değil. Durum böyleyken bizim de üretmenin öncesinde ruh sağlığımızı koruyabilmek gibi meselelerimiz oluyor. Yine Kesmeşeker’e kulak veriyoruz; “Çünkü serbest bir pazar her şeyi bozar/ Çünkü denizsiz martılar bir deniz arar.” 
Çalıştığımız Şirket Yerinde Sayıyor ya da Küçülüyorsa
Hani, yersiz uzun yerli dizilerimiz var ya, iki ay sonra da açıp izleyince de görürüz ki dizide hiçbir şey değişmemiş. Kaldığı yerden öylece yoluna devam eder. İşte, bize kalırsa bu durumun çalışma hayatında bir adı var; yerli dizi sendromu! Bu amansız sendrom çalıştığımız şirketin başına gelmiş olabilir. Gerek ekonomik kriz, gerek şirketin kendi iç dinamikleri ya da vizyonu sebebiyle bir süredir yerli dizi sendromuna kapılmış gidiyordur. Ne yapmalı? İş yerimiz Titanic misali batmaktayken öylece oturup bekleyemeyiz değil mi? Gemiyi terk etme vakti gelmiş hatta geçiyor demektir bu. Ödenecek kiralar, güçlükle ödeyebildiğimiz kredi kartı “asgari” tutarları bizi bekler. Elbette Kesmeşeker bu duruma uygun bir şey söylemiş; “Yandım ben bari sen kendini kurtar.”

Verilen Sözler Tutulmuyorsa
İş görüşmelerinde ne sözler verilmedi ki! Tamam, kimse dükkanı üstümüze yapmadı belki de ama yurt dışı eğitimleri, şirket arabası, primler, enflasyona endeksli yılda birkaç zam… Ya da çok daha basit olanlardan söz edelim. Şey, pardon insani olanlardan bahsetmekti hevesimiz. Akşam 6’da çıkıp evimize gidebileceğiz, yaşasın! Gecenin bir yarısı mail cevaplamak yok. Yıllık iznimizi teknoloji ile hemhal olabileceğimiz bir yere göre planlamak mecburiyetinde değiliz. Çünkü dünyadaki tüm çalışanlar gibi yıllık iznimizde ulaşılabilir olmak zorunda değiliz. SGK primimiz tabii ki aldığımız maaş üzerinden ödenecek. Çünkü başka türlüsü anayasanın ilk üç maddesi gibi; değiştirilmesi teklif dahi edilemez! Resmî tatil işveren için de oldukça resmî, yani tatil. Ve elbette herkesin sendikalı olmasına kimse karışamaz! Ama günler tepelerden aşağı koşan vahşi atlar misali… Dürüstlüğü ile görüştüğümüz tüm patronları geride bırakan, doğrulukta bir dünya markası, adalet timsali işverenimizin vaatleri için telaffuz ettiği deadline geldi çattı! Dile getirmeye gerek var mı, yoksa hepimiz sonucu biliyor muyuz? “Yasaklar çiğnenmek içindir” nasıl ki sadece bizim mahallenin sloganıysa, patronlar cephesinde hiç şüphe yok ki sözler tutulmamak içindir. Şaşırdık mı? Hem ne diyordu Kesmeşeker? “ Her şey sermaye için sevgilim/ Bir yıldıza laf atmakmış benim işim.”

İş Hayatımızdaki Sorunlar Özel Hayatımızı Etkiliyorsa
İş yerinde öyle mutsuzuz ki bu derin mutsuzluğun özel hayatımıza yansımaması mucize olurdu, öyle değil mi? Oysa ne için çalışıyoruz sorusunun cevabı çoğumuz için öyle sınırlı, öyle benzer ki! Hayatımızı idame ettirelim, kirayı ödeyebilelim. Dışarıda yemek yemek, sosyalleşebilmek, tiyatroya gidebilmek, kendimize zaman ayırabilmek artık hepimizin kulağına şımarıklık gibi geliyor öyle değil mi? Her beyaz yakalının bir gün erişeceği bu kaçınılmaz mevkiye erişebildiysek; tebrikler! İstifa sırası bizde. Biri Kesmeşeker mi dedi? “Çünkü denizsiz martılar bir deniz arar.”
Ezcümle; istifa haktır. Mutsuzsak, geçinemiyorsak ve üretemiyorsak kimseye makul çalışan olma borcumuz yok. Kimsenin kibrine, egosuna malzeme olmak zorunda değiliz. Elbette istifa öncesi içinde bulunduğumuz durumu gözden geçirmekte fayda var. Mesela; sözleşmeyi haklı fesih etme yetkisine sahip miyiz? İhbar süremiz ya da ihbar tazminatımız var mı? Emeğimizin hakkını alabilmek için ilk adım; E-Devlet! Evet, haklarımızın ve emeğimizin güvencesi sendikamız bir tık uzağımızda!


















