Biz kurumsal hayatta, tanışmayı nasıl da iyi biliyoruz değil mi? Hoş geldin kitleri, buddy sistemleri, ilk gün çiçekleri, LinkedIn’de kalpler, alkış emojileri… Daha ilk günümüzden “biz bir aileyiz” mesajını veriyoruz. Hatta neredeyse“lovebombing” bile diyebiliriz: “Canım ekip arkadaşım, sen iyi ki geldin! Senden iyisini görmedi bu şirket! Öyle iyisin ki!” Sonra bir gün, içimizden biri gitmeye karar verir… Bir anda sahne kararır. Telefonlar daha kısa çalar, toplantı davetleri eksilir, kahve molalarında göz göze gelmek zorlaşır. Neredeyse bir “ghosting” hâli. O an fark ederiz ki veda etmeyi pek de bilmiyoruz.
Peki ne oluyor da bu kadar hızlı soğuyoruz?
Ayrılığı bir başarısızlık gibi mi görüyoruz? Sahiden lovebombing’den ghosting’e uzanan bu kısacık yolda neler oluyor? Galiba durum Goffman’ın Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu kitabında (Goffman, 1959) dediği gibi:
“Toplumsal yaşam, bir sahnede sergilenen performans gibidir; izleyicilerin gözündeki izlenimi korumaya çalışırız.”
İşe başlarken sergilediğimiz o “biz ne kadar güzel bir aileyiz” performansını, perde kapanırken devam ettiremiyoruz. Final sahnesinin provasını hiç yapmamışız. Son gün, elde kalan kırık dökük bir sessizlik; içimizi kemiren bir suçluluk duygusu… “Gitmese miydi?”, “Sıradaki ben miyim?” fısıltıları.
Vedayı yönetemeyince olanlar
Aslında hepimizin çok iyi bildiği bir şey var. Bir vedayı yönetememek sadece giden kişiyi değil, hepimizin ortak hafızasını yaralıyor. Ofise bir sessizlik çöküyor. Kimse açıkça konuşamıyor. Giden arkadaşımıza “ne oldu?” diye sormaya çekiniyoruz; sorsak da genellikle “Boş ver ya…” cevabını alacağımızı epey iyi biliyoruz. Toplantılarda adı anılmaz olur, Slack kanalında esprileri eksilir, kahve molasında sandalyesi boş kalır. Ve biz fark etmeden şunu düşünmeye başlarız:
“Bir gün ben de gitsem, bana da böyle mi davranacaklar?” “Acaba onun yerinde ben olsaydım, bu soruya ne cevap verirdim?” “Biz gerçekten bir ekip miyiz, yoksa sadece aynı takvime toplantı ekleyen bir kalabalık mıyız?” Sonra suçlama oyunları başlar. Kimse açıkça söylemez ama bir anda “Zaten çok hata yapıyordu”, “Çok uyumsuzdu” gibi cümleler etrafı sarar. Giden kendini savunamaz; sessizlik de kalanların üzerine çöker. Sustukça, şirketteki samimiyet hissi de biraz daha erir. Ve daha kötüsü: Bu hikâyeye şahitlik eden herkes, yeni gelenler dâhil, “Demek burası böyle bir yer” diye düşünür. Güven yerini tedbire bırakır; “Acaba?” duygusu ofisin yeni iklimi olur.
Peki vedayı iyi yönetmek ne kazandırır?
Yalnızca “güzel bir final sahnesi” kazandırmayacağına neredeyse eminiz. Çünkü iyi bir veda, sadece bir çalışanı uğurlamaktan ibaret değildir; kalanlara, geleceklere verilmiş bir mesajdır. Onca emek verdik, zaman harcadık, sabahlara kadar sunum yetiştirdik, WhatsApp gruplarında komik sticker’lar attık, birlikte kahve içtik. O vedayı iyi yönetmek her şeyden önce bu hafızayı görünür kılar. “Seninle çalışmak güzeldi” demek; bir çalışanın en çok duymak isteyeceği şeylerden biridir. Bu hem gidenin içindeki “boşa mı uğraştım?” duygusunu yumuşatır, hem de kalanlarda “bir gün ben de gidersem bana da böyle davranılır” güveni yaratır. Sonra… Şirketi sadece bir işyeri değil, insani ilişkilerin kurulduğu bir topluluk hâline getirir. Veda, “Biz bir aileyiz” demenin sadece onboarding sunumunda geçen bir slogan olmadığını kanıtlar.
Kalanlar da bu sayede kendilerini daha değerli hisseder, “burası sadece rakamlardan ibaret değil” der. Örgütsel bağlılık tam da böyle anlarda güçlenir; rakamlarla değil, hatıralarla. Ve belki en önemlisi: Giden kişiyi markanın düşmanı değil, dostu hâline getirir. Çünkü güzel uğurlanan insanlar, dışarıda “orada çalışmak güzeldi” der. Bir gün yollar kesişirse, kapılar ardına kadar açık olur. Bu, LinkedIn’deki “biz bir aileyiz” postundan çok daha gerçek, çok daha ikna edici bir reklamdır.
Ayrılık da sevdaya dâhil: Vedanın gerçek değeri
Biz biliyoruz ki her başlangıcın bir sonu var. Ama mesele, o sonu yaşama biçimimiz. Birbirimizin yüzüne bakabildiğimiz, hatıraları paylaşabildiğimiz, samimi bir “iyi ki vardın” diyebildiğimiz, iyi ki’lerin içtenlikle karşılık bulduğu bir veda… Çünkü Goffman’ın da söylediği gibi (Goffman, 1959):
“İzlenimi nasıl başlattığımız kadar, nasıl sonlandırdığımız da kim olduğumuzu gösterir.”
Çoğumuz sosyal hayatta kendimize roller biçeriz. Bu rolleri sahnede oynar gibi sergileriz. Oyunun bir kapanışı vardır; perde iner. İyi bir veda, o sahnenin hakkını vererek, rollerimizi onurlandırarak kapanmasına imkân tanır. Aksi hâlde ne olur? Rol yarım kalır, seyirci huzursuz, oyuncular kırgındır. Yeni oyuna geçmek de, eskisinin ağırlığını taşımakla zorlaşır.
Ve ayrılsak da… Bir süre daha hep beraberiz. Vedalar, kurumun kendine attığı en gerçek imzadır. Kalanlar ve gidenler, o imzaya bakar ve karar verir: “Burada kalmaya, yeniden gelmeye ya da tavsiye etmeye değer mi?
Kaynakça
Goffman, E. (1959). Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu (Çev. B. Cezar). Metis Yayınları, 2009.


















